Yaratılışın sırlarına biraz yakından bakmak, insanın kendini tanımasına vesile olur. Kadın ve erkek… Yeryüzünde bir bütünün iki ayrı yüzü, biri tamamlayansa diğeri tamamlanan. Ve işte bu bütünlüğün en zarif tarafı, hiç şüphesiz kadının gönül coğrafyasında saklıdır. O, sadece bir beden değil; ilahi rahmetin, şefkatin ve sabrın yeryüzündeki yansımasıdır. Tıpkı bir çiçek gibi… Rengiyle göz alır, kokusuyla ruha işlenir. Ama bir o kadar da kırılgandır, en hafif esintide dahi dalı eğilir. Onu anlamak, ona hürmet etmek; yaratılışı anlamaktır. Çünkü kadın, sadece bir “varlık” değil, doğrudan doğruya “emanettir.”
İslam, insanı merkezine alan bir dindir. Kadını ve erkeği eşit değil, birbirine denk ama farklı kabiliyetlerle yaratılmış iki ayrı cevher olarak görür. Kur’an’da erkeğin “kadının koruyucusu” olarak tanımlanması, onu bir üstünlükle değil; bir sorumlulukla yükümlü kılar. Kadın, yaratılışta daha duygusal, daha nahif, daha sabırlı kılınmıştır. Annelik yükünü taşıyabilsin, toplumun çekirdeği olan aileyi sevgiyle yoğurabilsin diye… Mevlânâ’nın ifadesiyle “Kadın Tanrı ışığıdır.” Onu sadece seven değil, anlayan; sadece sahiplenen değil, himaye eden gönüller bu ışığın altında huzur bulur.
Kadınla erkek arasındaki bağ, yalnızca bir yakınlık değil, aynı zamanda derin bir ruhsal çekimdir. Gönül ehli bu bağın adını “aşk” koyar. Çünkü aşk, aklın bittiği yerde başlar. Şems-i Tebrîzî’nin veciz ifadesiyle “Kadın, bilmeyene nefs, bilene nefes’tir.” Onu yalnızca arzularla tanımlayanlar nefsin oyuncağı olurken, gönül gözüyle bakanlar onda nefes bulur, huzur bulur. Kadını küçümsemek, yaratılışın hikmetini inkâr etmek gibidir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz (sav), “Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir” buyurarak, bu değeri imanın bir parçası sayar.
Kadın, sadece bir eş değil; evliliğin, ailenin, toplumun mayasıdır. Onu anlamadan bir yuva kurulmaz, onu görmeden bir millet büyümez. Ana olmanın yükü yalnızca doğumla değil, ruhla taşınır. O yüzden kadının sabrı, sadece olaylara değil, hayata karşıdır. O sabırdır ki nice erkeklerin arkasında sessiz bir dağ gibi durur; nice başarı hikâyesinin adı bile anılmayan kahramanı olur.
İlişkilerde asıl mesele, kimin haklı olduğundan ziyade kimin daha olgun olduğudur. Gerçek mertlik, haksız olunduğunda değil, haklı olunduğu hâlde alttan gelebilmektir. Bilge bir hocanın dediği gibi: “Kavga iki diri arasında olur. Bir taraf susarsa, kavga biter.” Ne incinmek ne incitmek… Gerçek aşk, iki gönlün birden tevazu göstermesiyle başlar. İki gönül birden susarsa, orada artık kavga değil, aşk konuşur. Saygı köprü olur, sevgi akar; sükûnet konuşur, huzur olur.
Kadını anlamak, Allah’ın yarattığı en narin çiçeği tanımaktır. Onu korumak, sadece bedenini değil; kalbini, onurunu, ruhunu sarmak demektir. Kadına muhabbetle yaklaşan, aslında kendi içindeki merhameti besler. O yüzden bir toplumun ahlaki seviyesi, kadına gösterdiği hürmetle ölçülür.
İnsan, kadını sevdikçe aslında kendini sever. Ona değer verdikçe, kendi kalbinin değerini de yükseltir. Çünkü kadın bir ‘çiçektir’; ve çiçek, nazlıdır, zariftir, koruyana güzellik saçar.
Gönlümüzde açan bu zarif çiçeğin kıymetini bilerek yürüdüğümüzde, hem aile hem toplum hem de ruhlarımız güzelleşir. Geriye sadece şu kalır: Kadının kalbine çiçek gibi dokunabilmek… İşte o zaman, hakikatin ta kendisine temas etmiş oluruz.